Kan Dökülmesini İstemeyen İki İnsan
İSA ve “O”


İnsan ne kadar çirkin bir canlı! Kendi soyuna karşı korkunç acımasız, sömürücü, katil, sadist, hain, yalancı, korkak, şerefsiz, namussuz, bencil, gaddar, ikiyüzlü! Ama insan ne kadar güzel bir canlı! Üreten, yaratan, seven, aşkla bağlanan, sadece kendini değil, tüm insanlığı, hatta doğayı, tüm evreni düşünen, inançları uğruna kendisinden vazgeçen, fedakâr, merhametli, zeki, çalışkan, boyun eğmeyen!
Ne büyük çelişki. Güzel veya çirkin insan yok tek başına. Güzellikler ve çirkinlikler iç içe yan yana... Kiminde güzellikler çok çirkinlikler az. Kiminde tam tersi.
Özgür insan var sadece, kendindeki güzellikleri ve çirkinlikleri fark eden. Sahip olduğu güzellikleri, doğruları üstün kılmak ve çoğaltmak için sürekli sorgulayan, mücadele halinde olan, en çok da kendisiyle mücadele eden, kendini aşan, yenileyen özgür insan!
Mutlak güzellik ve doğru, tanrısal bir olgudur insanın kendisini sürekli aşma mücadelesi sonu olmayan tanrısal bir eylemdir. Ve insan mutlak olana eriştiğini sandığında, elinde tanrısal bir gücün var olduğunu da anlar. Oysa insan sadece kendisi olmuş, kendi elleriyle tanrısını yaratmıştır. Yani insanın en insan olduğu durumdur. Yalın, yap yalın bir insan!
İnsan kendisine ister peygamberim desin, ister tanrı ya da devrimci, eylemi insanı arama ve bulma eylemidir. İnsan büyük güç ve özgürlük arayışında kendisini her aştığında, yeniden ve yeniden en büyük rakibi kendisini bulur karşısında. Ve bu böyle sürüp gider. Çünkü mutlak güzellik ve doğru yoktur; olmayacak da... Tıpkı mutlak özgürlük olmadığı gibi.
Özgürlük somut bir olgu değil, eylem halidir, harekettir. Özgür insan korkularıyla mücadele eden ve tutkularıyla bağlana, direnen, niçin yaşadığını bilen, hep yürüyen insandır.
İnsanın yürüyüşü hep devrimci bir yürüyüştü. İnsanlık varolduğu andan itibaren devrimci insan da vardı.”Devletten önce devrimci insanlar vardı”.İnsanın sopayı kullanması nasıl görkemli bir devrimdir. Kaç yüzyıl, kaç bin yıl içinde insan sopayı kullanmayı öğrenebildi acaba? Nasıl bir çaba harcadı, kendini parçaladı, o henüz hayvanlarınkinden çok farklı olmayan beyninin kıvrımlarını nasıl zorladı, acı çekti, başarısızlığa uğradı, yenildi ve hatta öldü. Onun doğayla mücadelesi, ateşi keşfi, ağzından ilk sesleri çıkarması, yazıyı bulması günümüz devrimlerinden daha mı az çarpıcıdır? Ya insanın sevgiyi, onuru, düşünceyi, bağlılığı, arkadaşlığı yüceltmesi; bunları insanlığın ortak değerleri haline getirme mücadelesine ne demeli? Bu uğurda kaç insan öldü acaba, kaç insan aklını yitirdi, savaştı, kıyımlara uğradı, dış talandı, aşağılandı, lanetlendi?
Ve sen EY İNSAN! Selam sana!
Ne mutlu bize ki, sana inandık, seni sevdik, sana bağlandık.
Zavallı olmak yok artık, onursuz olmak yok. Sana borcumuzu ödemek var sadece.
Borcumuzu ödemek ve insan olmak.
Milyonlarca, milyarlarca insan gelip geçti şu koca yeryüzünden. Peki ya devrimciler? Onlar hep “azdı”,”azınlıktı”.Ama insanı insan yapan onlardı. Yenildiler, işkence gördüler, acı çektiler ama gerçekte hep kazandılar, hep yaşadılar, ölümsüzleştiler, hiçbir zaman tanrı olamadılar belki ama ”azlıkları” onları herkesten ayrı kıldı. Yüceltti, bıraktıkları izler tanrısal oldu. Sefil, zavallı, insanlıktan uzaklaşan insanlar, insan olmaya çalışan insana tanrı dedi, peygamber dedi, onlar erişilmez varlıklar değil miydi, her hareketleri bir mucizeye yol açmıyor muydu,her sözleri tılsımlı bir etkiye sahip değil miydi? O zaman onlar “İnsan” olamazdı.
Ve hep kendini aşmaya çalışan, insan olmaya çalışan insan için, büyük devrimciler için en büyük ızdırap peşlerinden koşan insan yığınlarının zavallılığıydı. Kendilerinin yaptığının başkasının yapmamasına kahroldular hep. O büyük devrimciler bazen binler bazen milyonlar oldular, milyonlar adına yürüyüp, milyonlar adına konuştular ama hep tek kaldılar.
Yalnızlıkları tam bir trajediydi. Evet devrimci insan milyonların, acısını, özlemini, tutkusunu, kendi benliğinde en derin şekilde duyuyor, kendisini o yığınlara adıyordu ve o yığınlarda gözlerini bile kırpmadan önde giden uğruna her şeylerinden, canlarından bile vazgeçebiliyorlardı. Bu kadar iç içeydiler, bu kadar birbirlerinindi. Ama özgür insan hiç anlaşılamadı ve bu yüzden de hep “yalnız” kaldı.
Belki onlar bazen normal, sıradan insan gibi olmayı bile istediler ama o zaman zavallılar haykırdı;
“hayır! Yapamazsın, sen bizim gibi olamazsın. Sen bizim tanrımız, peygamberimizsin, bizim gibi olma sakın! ”
“Ama yalnızım, hem tanrı falan da değilim, insanım ben sadece, insan! ”
“Hayır, sen bizim tanrımızsın, her şeyimizsin”.
“O zaman sizde benim gibi olun”.
“Hayır! Biz senin gibi olmak, öl de ölelim ama bizden senin gibi olmamızı isteme. Biz biz olmak istiyoruz”.
“Ama acı çekiyorum,çok yalnızım.Lütfen ya siz benim gibi olun,ya da ben sizin gibi! ...”
Ne çok acı çekti onlar, benli tüm insanların çektiği acılardan daha çok,Sadece yaşayanlarınkini değil.çoktan ölüp toprağa karışanlarınkini bile.Yürekleri hep bir mengenede sıkıştırılıyormuş gibiydi.Gözyaşları içlerine aktı.İçtikleri su hep zehir tadındaydı.Yedikleri her lokma boğazlarına takıldı,gülerken bile ağladı onlar.
Ve onların çok azı, yani az olanların çok azı,gerçek mutluluğun bu olduğunu anladı.Mutluluk özür olmak değil miydi? Varsın yalnız olsundu.Varsın peşinde ki milyonlar,milyarlar zavallı sefil olsundu.Onların,o milyonların,milyarların toplamı İNSANDI, O’ydu,kendisiydi.
Kaç devrimci, kaç peygamber su sırra erdi, bilinmez, kaçı o bitmek bilmeyen özgürlük yürüyüşünde yoruldu, durdu? Kaçı eriştiği güce sarıldı, gücünü hükmetmenin aracı haline getirdi? O zavallılar onun kulu kölesi oldu, kendisi de gücünün kölesi... Kim hala yürüyor sonsuzluğa? Kim?
Mezopotamya! Ey kutsal ülke!
Sen bilirsin ancak bu sorunun cevabını. İlk senden fışkırmadı mı yaşam, köyler, kentler ilk senin üzerinde kurulmadı mı? Irmaklar, sular önce sana akmadı mı? Tuzlu sular önce senin kıyılarını dövmedi mi? söyle kim, senin en değerli evladın?
Önce toprağa bağlandı insan, ilk bağlılıklar toprağıydı. Kara, kızıl, nemli, senin toprağına. İnsan o toprakta gördü alın terinin başak verdiğini. Emeğini, arkadaşlığı yücelten Gılgamış mı? Y devletler kuran ordular düzen, imparatorlar, hükümdarlar... Onlar mı yoksa?
Peygamberlerin de var senin. Âdem, Nuh, İbrahim. Davut, Musa, İsa, Muhammed... Hepsi senin çocuğun değil mi? Nasıl ayırt edeceksin onları birbirinden. Peki ya başkaldıranlar, boyun eğmeyenler, isimsiz yüzlerce kahraman, şairler, filozoflar, bilginler, sanatçılar, dervişler, onlar mı?
Kim? Ne olur söyle...
Yoksa o mu? Evet, söyle. O mu? O değil mi. Niye baktın öyle? Nasıl bilmem en sonuncusunun hepsi olduğunu. Ama sen söyle bana, senden duymak istiyorum, o hepsi değil mi? Vah bizim gibi zavallılara nasıl da en çıplak gerçeği görmeyiz bir türlü. Vah bizim gibi zavallılara ki, aklımızı yitirdik.
“Kuklalar vardır ama işitmezler, gözleri vardır ama görmezler”.
Tam da böyleyiz değil mi?
Ah ana! Güzel toprak, ulu dağlar, kutsal Fırat ve Dicle!
Öyle kirlendik ki, onun temizliği gözlerimizi kör ediyor. Öyle yabancılaştık ki, soyumuza, bir çocuk kadar saf olan O,şaşırtıyor bizi. Öyle çirkinleştik ki güzeli seçemez olduk.
Bağışla bizi ölümsüz ana!
O’nu hep kalıplara, dogmalara hapsetmeye çalıştık. O’nu anlamıyoruz bir türlü. Çünkü seni anlamadık, senin nice değerli evladını unuttuk, oysa O,ne çok benziyor diğer çocuklarına. Onları sen doğurdun, evet O sonuncusu ve kendisinden öncekilerin hepsi, bazen İsa bazen Muhammed, bazen Ali, bazen Selahaddin, bazen bilgin, bazen sanatçı. O,hepsi...
O’nda ki insan sevgisi ne kadar eşsiz. Tıpkı İsa gibi! Bu dünyada gereksiz yere bir damla kan dökülmemesi için çırpınan iki insan geçmiştir; biri İsa, diğeri O.
“Ben dünyaya ateş yağdırmaya geldim” demişti İsa.”Keşke bu ateş şimdiden alevlenmiş olsaydı(...) yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi mi sanıyorsunuz? Size hayır diyorum, ben ayrılık getirmeye geldim. Bundan böyle bir evde beş kişi, ikiye karşı üç, üçe karşı bölünmüş olacak. Baba oğla karşı, oğul babasına karşı, anne kızına karşı, kızı annesine karşı, kaynana gelinine karşı, gelin kaynanasına karşı olacaktır”.
Getirdiği savaşla sonsuz barışın yolunu açtı İsa. Savaş olmadan barışın, ayrılık olmadan birliğin, ölüm olmadan yaşamın değerini anlamazlardı insanlar çünkü İsa’nın bir sopası bile yoktu, O’nun ardında on binler silah kuşandı ama bir tek damla kan fazla akmadı.
“Ardımdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin, çarmıhını yüklenip beni izlesin, arkanıza dönüp bakmayın” dedi İsa. Arkaya bakılacak şeyler; aile eş, maddi şeyler, dünyevi nimetlerdi. Ama ne İsa’nın, ne de O’nun kitabında bunlara yer yoktu.
İkisi de kadını anlamak, O’nu yüceltmek istedi, yaklaşımları soylu ve derindi. En yüce eylemin, kadını özgürleştirmek olduğunu anladılar.
İsa, Maria magdelena somutunda kadının düşmüşlüğünden kendini, daha güzel bir ifadeyle erkeği sorumlu tuttu.
Maria Magdelena bir fahişeydi. İsa’nın çocukluk aşkıydı, aynı zamanda amcasının kızı.
Maria İsa’dan herkes gibi bir erkek olmasını ister, ama İsa için kadın bir muammadır, onu anlamadan bu derin çelişkiyi çözmeden, Maria’nın istediği bir erkek olmayacağını anlar. Maria’nın karşısında adeta dili tutulur, konuşamaz bile. Bir türlü Maria’ya ya onun istediği gibi bir “erkek” olarak yaklaşamaz. Maria ailede, toplumda baskı altına alınmış kadını simgeler.
O kendine göre bir özgürlük anlayışıyla aileye ve topluma isyan eder, evinden kaçar, ne var ki isyanı onu fahişeliğe sürükler.
İsa Maria’yı hiçbir zaman unutmaz. O, insanlara ön yargıyla, toplumun ahlak ölçüleriyle yaklaşmaz hiçbir zaman. Zaten İsa yolunu yitirmiş sürünün çobanı değil midir?
İsa söylenenleri işitince şöyle dedi,”sağlamların değil, hastaların hekime ihtiyacı var, Gidin de “ben kurban değil, merhamet” isterim sözünün anlamını öğrenin. Çünkü ben doğru kişileri değil, günahları çağırmaya geldim”.
İsa’ya göre kendi yanında günahkâr kişi hiç günah işlememiş daha değerlidir. Ve günahkârların peygamberi İsa bıkıp usanmadan Maria’yı kendine yoldaş yapmanın uğraşını verdi.
“Dini bilginleri ve ferisiler zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler; kadını orta yere çıkararak, İsa’ya öğretmen, bu kadın tam zina ederken yakalandı diler. Musa yasada bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin? ”Bunları İsa’ya sınamak amacıyla söylüyorlardı onu suçlamak için bir neden arıyorlardı.
İsa eğilmiş parmağıyla toprağa yazı yazıyordu, durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve ”aranızda günahsız olan ilk taşı atsın! ” dedi. Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya koyuldu,bunu işittikleri zaman başta yaşlılar olmak üzere birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar.Kadın ise orta yerde duruyordu İsa doğrulup ona ”kadın nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı? ” Diye sordu. Kadın”,hiçbiri efendim”. Dedi
İsa; ”bende seni yargılamıyorum” dedi. Git artık bundan sonra günah işleme! ”.
Bu kadın Maria Magdelena’ydı ve o bir daha İsa’nın peşinden ayrılmadı, günah işlemedi. Kadınlar İsa’ya öyle inandılar ki, İsa çarmıha gerildiğinde orada sadece kadın yoldaşları vardı. Onlar İsa’yı alıp mezarına koydular.
Söyle ana! O’da en çok kadına değer vermedi mi? Hangi insana bu kadar kadın yoldaşlık yapabildi ki, erkekten gücü alıp kadına kim verdi, kim yüceltti kadını? Kim tanrıçalaştırdı?
Ah, iğrenç yaratıklar, iblisler! En çok da buna kızıyorsunuz değil mi? Kadınların öfkesinden korkuyorsunuz en çok. Bundan tüm yalanlarınız o aşağılık iftiralarınız.
Böyle alçalmayın ey güçlüler! Güçlüsünüz doğru. Ama cüceleşmeyin, o suçunu biliyor. Basit zavallı bir köylü çocuğuydu özgür olmak istedi, kendini buldu, insan oldu. Yaşamı boyunca hep mücadele etti, alın teri dökmeden tek bir şey kazanmadı. Rahat uyumadı, rahat oturmadı, hep acı çekti. Yürüdü. Onunla milyonlar yürüdü, O biz oldu, biz, O.
Evet, budur suçu, biliyor. Yapmamalıydı basit bir köylü olarak kalmalıydı, öyle mi? O’na mı kalmıştı insan olmak, insanca yaşamak?
Yeter ey dünyanın efendileri yeter!
Yapmayın zulümdür bu. Ne Roma, ne diğerleri, kimse engelleyemedi bu yürüyüşü, insana inandık bir kez, biz insan olmak istiyoruz. İflah olmayız yani anlayacağınız yeter artık, O’na dokunmayın. O zaten tüm insanlığın acısını saplamış yüreğine. Biz varız bakın. Biz de insan olmak istiyoruz. Ölmekse eğer cezamız, ferman buysa biz zaten yaşamaktan korktuk sadece. Savaşsa tek isteğiniz, savaşları bayram belledik.
Birazcık insan olmayı becerin yeter!
Ana ey kadim topraklar! Ey güzel ülke! Ey Mezopotamya!
Acı çekiyorsun bizimle, ama üzülme. Üzerinden hiç güneşi eksik ettik mi? Söyle.Bu toprakları peygambersiz bıraktık mı,Dicle ve Fırat tersine aktı mı hiç? Dağların ova,ovaların dağ oldu mu? Göllerin,denizlerin kurudu mu? Renklerin mi soldu,ağaçların mı kurudu,çiçeklerin mi soldu? Boş ver,gelir geçer bunlar.Bir sen kalacaksın geriye,sen ki doğurgansın hep,nice genç kızlar,oğullar vereceksin,ebedi olan sensin.
Özgürlük somut bir olgu değil, eylem halidir, harekettir.
Özgür insan korkularıyla mücadele eden ve tutkularıyla bağlanan,
Direnen, niçin yaşadığını bilen, hep yürüyen insandır.